SON DAKİKA

Haberertesi

ERDAL ERZİNCAN SÖYLEŞİSİ

ERDAL ERZİNCAN SÖYLEŞİSİ
Bu haber 08 Nisan 2016 - 20:46 'de eklendi ve 409 views kez görüntülendi.

HALK MÜZİĞİNİN USTA SESİ ERDAL ERZİNCAN BİRGÜN GAZETESİNE KONUŞTU
Cüneyt YILMAZ / Birgün
– Sizi dinlerken insan başka diyarlara gidiyor. Anadolu’yu bağlamanızdaki seslerle dinliyoruz adeta. Yeni albümünüz ‘Karasu’ ile de yeni bir keşfe çıkıyoruz. Öncelikle Karasu neresi
Karasu benim köyümden geçen bir ırmak, Fırat’ın kollarından birisi. Erzurum’da doğup Fırat’a dökülen su. Çocukluğumun çok önemli yerini işgal ediyor. Hep o suya bakarak hayal kurardım. Kenarından bir tren yolu geçiyordu ona paralel, suyun nereye gittiğinin hayalini kurardım. Sonra bir beste yaptım, ama bu besteyi Macaristan’da Tuna Nehri’ne bakarak bir otel odasında yaptım. Tuna Nehri’ni Karasu’ya benzettim. Hissettiğim melodiler, Karasu’nun geçtiği coğrafyanın müziklerinin ön planda olduğu, tüm müzik hayatımın da içine bulunduğu bir müzik olmuş onu gördüm. Karasu’dan on yaşında ayrıldım on yaşına kadar müzikal zevkim Karasu civarındaydı. Karasu’nun etrafında ne varsa onları beğeniyordum.On yaşından sonra İstanbul’a gelince farklı yöreleri ve dünya müziklerini dinledim. Bir sürü şey birikti ve ben değiştim. Onların içinde olduğu, hepsinin de Karasu’da olduğu bir albüm oldu.
– O gün hayal ettikleriniz gerçekleşti mi?
Ben hiç müzikal bir hayal kurmadım. Çok ufak bir örnek vereyim; on yaşımda Arif Sağ Müzik Kursu’na gidiyordum. Derse Arif Hoca’nın asistanları giriyordu. Ben Arif Hoca’nın dersine girmedim. Asistan gibi yaşayayım ama Arif Sağ gibi çalayım istedim hep. Ekonomik olarak hayalim böyleydi; kendimi geçindireyim, öğretmen olayım, ama Arif Sağ gibi çalayım. Galiba oldu da. Ama Arif Sağ’ın konumu, kariyeri, kazandığı parayla ilgili hayalim yoktu. Duygularımı ifade edebilme yetisi kazandım. Düşündüğüm hayal ettiğim şeyi, bağlamaya yansıtabiliyorum; hedefim buydu zaten. Bir numara olmak gibi bir niyetim yoktu. Zaten sanatta bir numara diye bir şey yoktur. İnanıyorum ki sazına hakim herkes kendi ruhunu da koyduğu zaman ondan daha iyisi olamaz. Ama herkes de ruhunu koyamaz. Ali Ekber Çiçek, Neşet Ertaş, Arif Sağ bunlar ruhunu koyuyor. Bunları dinlediğiniz zaman yanına birini koymazsınız, bir numara dersiniz. Kimse onlara yaklaşamaz. Bunun yarışması olmaz…
– Albümün enstrümantal olmasına nasıl karar verdiniz?
Dönem dönem enstrümantal yapıyorum zaten. Bağlama geleneksel anlamda çok fazla enstrümantal repertuarı olmayan bir çalgı. Çalıp söyleme geleneğiyle şekillenmiş. Çok fazla uzun uzun tek başına çalma özelliği olmayan bir saz. Var ama çok nadir. Ustaca çalan, ara nağmeleri uzun tutan, ama tekrar saza bağlayan ifadelere rastladım geleneksel olarak, ama saatlerce enstrümantal müzik yapan geleneksel icracı görmedim. Bir Ramazan Güngör var, o bile bazen söyler. Kent icralarıyla birlikte bu sazı enstrümantal müzik yapılabilecek fikrini veren sanatçılar oldu. Talip Özkan, Arif Sağ, Ali Ekber Çiçek, Hasret Gültekin mesela, çaldıkları bazı eserler vardır, sözlü eserler ama söz sazın altında vokal gibi kalmıştır. Haydar Haydar, Şekeroğlan gibi. Bunun yanı sıra bazı oyun havalarını bağlamaya uyarlayıp çalan sanatçılar oldu. Bunlar çeşni olarak kullanıldı. Ama bende bunlar başka canlandı. ‘Acaba bunları büyütüp sadece enstrümantal albüm ve sadece enstrümantal konser yapılabilir mi?’ diye düşündüm. İlk enstrümantal albümü 2000 yılında Anadolu adıyla çıkarmıştım. Tepki verenler oldu. ‘Neden okumuyor? Bekliyoruz bekliyoruz, söylemiyor’ dediler. Bir saatlik konserlerin önce on dakikasını sonra 15-­20 dakikasını enstrümantal yaptım.Böylece enstrümantal konser verilebilir hedefini koydum kendime. İki tane sözlü, bir tane enstrümantal, böyle bir dengeye getirdim albümlerimi.
– Yıllarınızı verdiniz müziğe sanat yılı yapmayı düşünmüyor musunuz?
Şu anda öyle bir şey düşünmüyorum ama eski repertuarı yeniden okumak gibi bir fikrim var. Yirmili yaşımda okuduğum şeylerin o günkü duygusu güzel. Ama bugün, onun içine başka bir şey dahil etmişim onu da paylaşmak isterim. Çünkü demlenmiş. Yeni bir eseri alıp yorumladığınızda başka bir şey çıkıyor ama yirmi yıldır okuduğunuz bir şey var, onun bir belge olarak kalmasını isterim. Biriktirdiğiniz bir sürü şey var. Çeke Çeke’yi yirmibeş senedir çalıyorum. O eseri, evde oturup çalışmadım. Sahnede çalıştım. Her konserimde hemen hemen o deyişi seslendirdim. Her çaldığımı da farklı çaldım. O gün çalıyorum, seyirci enerjisiyle başka çıkıyor. Ertesi konserde bir şey hatırlayıp üstüne koyuyorum. Sonra dinliyorum, arada uçurum var.
– Tekrar albüme dönersek bağlamanın sizin için ayrı bir anlamı var. Sanki siz çalarken dile geliyor?
Bağlamanın enstrümantal repertuarını genişletmek için sürekli bir çaba içindeyim, o benim ayrı bir branşım gibi oldu. ‘Bağlamanın enstrümantal repertuarına ne girebilir? Ne yapabiliriz ki repertuar genişlesin?’ diye sürekli bir çalışma var gündemimde. ‘İşte bunu nasıl yapabiliriz?’ diye baktığımda karşıma iki yol çıktı; birisi enstrümantal repertuarı olan farklı çalgıları bağlamaya uyarlamak. Davul, zurna, kaval, klarnet… Bu çok zor bir iş. Bağlama için beste çalışmalarım var. Bir tek bu albümde Karasu eseri var. Uzun bir eser, dört bölümlük.. Bu albümde de daha çok uyarlama ve besteler var. Bu repertuarı oluştururken daha önce bağlamayla pek fazla icra edilmemiş ­ Arıx ve Koca Arap Zeybeği hariç­ hepsi ilk kez bağlamayla çalınmış eserler. İki tane bar var çok bilinen barlar değil. Zaten zordur bunu bağlamayla çalmak. Özel bir mesai harcamanız lazım. Öyle bir çabayı zaten yirmi yıldır veriyorum, biriktikçe albüme döküyorum bu da onlardan biri .
– Şairlerin yazarların türkülere dair o kadar güzel yazıları var ki. Örneğin Nazım Hikmet ”İnsanların türküleri kendilerinden güzel” diyor. Günüzde yeteri kadar değer görüyor mu sizce?
Soruyu söyle değiştirmek lazım; ‘Halk müziği çok yukarıda duruyor, biz ondan ne kadar faydalanıyoruz?’ Çok yeterli ölçüde algıladığımızı düşünmüyorum, öyle olsa türkülerin satır aralarında verdiği hayatımıza rehberlik edecek o kadar güzel dizeler var ki. Müzikal olarak bizi, duygularımızı yumuşutacak, bizi çirkefleştirmeyecek, şiddete başvurdurtmayacak türküler var. Biz onu algılayabilseydik, her şeyden evvel ülkede böyle bir savaş olmazdı. Bu ülkede insanlar birbirine tahammülsüz olmazdı.
– Türkülere az değer verilmesinin bir diğer nedeni de ana akım medyanın olabilir mi? Ya da Alevi müziğini biraz görmezden gelmesi…
Çok doğal değil mi? Biraz önceki cevabımla bağlantılı. Farkındalığı istemiyorlar. Düşünen ve hassasiyet duygusu yüksek ve empati kurmasını becerebilen bir yaklaşım var türkü dinleyen kesimde. Veya sanatsal değeri yüksek her şey için geçerli, rock müzik, klasik müzik, Osmanlı müziği için bile geçerli. Sanat değeri yüksek ne dinlenir ve izlenirse bu duygular gelişir. Edebi ve müzikal değeri olmayan bir kültürü televizyonlarda sürekli pompalıyorlar. Ona göre de bir toplum çıkıyor… Ne verilirse onu alan, düşünmeyen, düşündüğünü önemsemeyen… Kendini önemsemeyen bir yığınla karşılaşıyoruz. Aşık Daimi diyor ki “Kainatın aynasıyım madem ki ben bir insanım.” Dediği şey kendini anlatmıyor ki, herkesi anlatıyor. İnsanı anlatıyor. Sen insansan eğer, kainatta evrende ne varsa sende de o var diyor. Onu görüp kullanıyor musun?
– Ses yarışmları var. İzlenme oranlarının yüksek olduğu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cem Adrian’ın sözlerinin altına imzamı atıyorum… Bölgesel olan küçük derneklerde, okullarda yapılan yarışmalara, endüstriyel olamayanlara evet. Bunlar hayal edebileceği kadar, o yükü taşıyabilecekleri kadardır. Bir ödül veriyorsunuz o ödül bir yüktür. O yükü taşıyabilecekleri kadar bir çaptaysa tamam. Bugün evinde oturup yarın bir anda meşhur olan bir insan her şeyi yapabilir. Para, şan, şöhret bunlar çok tehlikeli şeyler. Bu çocuk yarışmadan çıktıktan sonra farklı bir yaşantısı olacak. Bunu kaldırabilecek bir karakteri var mı? Bunu kaldıracak bilgi birikimi, donanımı var mı? Böyle bir araştırma yok. Bakıyorlar eli yüzü düzgün, bu ünlü olur. ‘O gün şovu kurtarır mıyız?’ diye düşünüyorlar. Bir kurban seçiyorlar ve seçtiklerini kesiyorlar. O çocukların hayatları bir anda yok oluyor. Saçma sapan şeylerin içine sürükleniyorlar.
– Sizi örnek alan genç müzisyenler hakkında neler düşünüyorsunuz?
1990’dan beri yirmibeş yıldır ders veriyorum. Böyle bir şey hedeflemedim. Öğrendiklerimi öğrencilerimle paylaşmayı seviyorum, bu haz veren bir duygu. O haz, geriye dönüp baktığımda sürekli üretmeme sebep olmuş. Bunun hesabını kitabını yapmadım. Bildiğimi birine verdiğimdeki mutluluk duygusu, bana büyük bir haz veriyor. Bir şey öğrendiğim zaman, öğrendiğimi hemen gidip öğrencilerime öğreteceğim duygusu beni çok heyecanlandırıyor ve bu çok hoşuma gidiyor. Bildiğimi asla saklamadım, hepsini verdim. Saklamayı doğru bulmuyorum. Hemen öğretmem lazım. Müzikal olarak genç kalmamın sebebi de bu. Fiziki yaşım kırkbeş ama müzikal olarak yirmi yaşımdayım. Geç kalmışlığımın sebebi sadece öğrencilerim değil. Örneğin yıllarca albüm yönetmenliği yaptım. O yüzden kendi albümlerim gecikti. Hatta o albümlerin repertuarını ben seçiyorum, kendi albümüm gibi görüyorum, kendi repertuarımı onlara veriyorum. Yani şu anda birçok kişiden dinlediğiniz, sevdiğiniz bir çok türkü var aslında kendi repertuarım benim. Onlarla paylaştım.
– Rol model ve taklit ayrımını nasıl yapıyorsunuz? Gençlere tavsiyeleriniz neler?
Sanat bir kere taklitle başlıyor. Taklit olmadan zaten rol model olamazsın. Bununla başlıyor ama bir yere kadar. Taklit öyle bir şeydir ki yaparsınız, çok az bi gayretle aslı gibi olur. Karşıdaki anlamıyorsa aslı zanneder. İcracı da o hazla ‘Ne gerek var ki? Şurada bir aylık çalışmayla böyle oldu. Gerçeğini yapsam 10 yılımı alacak değer mi?’ diye düşünüyor. Orada kalırsan bu bir hırsızlıktır ama taklit olmadan da bunu yapamazsın. O karbon kağıdı koyup o resmi çekeceksin. Onu yapmadan resim yapamazsın. O aşamadan geçmek lazım. Ama ömrü boyunca o resmi yapanlar, ömrü boyunca bu şekilde saz çalıp türkü söyleyenler var ne yazık ki. Ve ömrü boyunca bu taklitleri alkışlayan bir kitle de var. O taklitçiler o kitleden güç alıyor. Bunların hepsini ben görebiliyorum. Hala ders vermemin sebebi budur. Bunları anlatıyorum öğrencilerime, yoksa ekonomik olarak nasıl bakarsanız bakın ders vermeye hiç ihtiyacım yok. Bir konserde kazandığım parayı üç ayda ders vererek kazanıyorum ama ders vermek asıl işim. Öyle gördüm hala da öyle görmeye devam edeceğim ömrümün sonuna kadar. Şu rahatsızlıkları gördükten sonra yaptığım işin çok değerli olduğunu bir kez daha anlıyorum ve iyice sahipleniyorum. Emeğin ve taklidin ne demek olduğunu öğrencilerime anlatmaya çalışıyorum.
– Sizi dinlerken Sivas Katliamı’nda kaybettiğimiz genç ozanımız Hasret Gültekin gelir hep aklıma şelpe tekniğini ilk ondan dinledik ve siz onun kaldığı yerden devam ettiniz. Neler hissediyorsunuz?
Çok şey hissediyorum. Her şeyi yarım hissediyorum. İçinde, yüreğinde, kursağında kalmış duygular… Biz aynı yaştaydık. Ben Hasret’le hiç tanışmadım. Hasret’le aynı ortamlara girdik. Haydar Acar vardır­ mahalli bir icracı­ onun akrabası. Çocukluğumda komşumdu, çok güzel saz çalıyordu. Hep onun evine girer çıkardım. Öğrenmeye çalışıyordum. Hasret’in de oraya gittiğini öğrendim. Haydar amca bizi hep yarıştırırdı. “Hasret bunu çalamadı sen de çalamazsın… Aferin sen yapıyorsun ama hasret daha iyi yapıyor” diye sürekli bizi yarıştırırdı. Girdiğim tüm farklı mekanlarda, ”Hasret şimdi çıktı” sözüyle karşılaştım. Bu hep böyle oldu. Çok tanışmak istedim. Ben onunla, o öldükten sonra rüyalarımda saz çaldım. Hala onunla saz çalarım. Muhakkak yolumuz kesişecekti bir yerde öyle inanıyordum, bekliyordum. Ama olmadı. İşte bu yarım hissetme hali burdan geliyor. Kursağımda kaldı. Onunla biz çok daha başka türlü şeyler yapabilirdik. Deli Derviş’i öğrenmek için gittik o eve. İkimiz de Deli Derviş’i öğrendik ama beraber çalamadık. O da çaldı ben de, ben Hasret gibi çalamadım.
– Halk müziğinde ozanlarımıza baktığımızda o kadar güzel yaşadıklarımızı anlatmışlar ki. Günümüzde bu üretimi göremiyoruz.
Durması gerekiyor demeyelim ama şekil değiştirecek. Yani kim yazıyordu? Aşık yazıyordu. Halk, ortaklaşa yazıyordu. Halk hem işini gücünü yapıyordu hem sanatını, müziğini, tiyatrosunu yapıyordu. Köy kültürü böyleydi. Ama büyük kente geldik ve iş bölümleri ortaya çıktı: Biri müzik yapıyor, biri söz yazıyordu. Önceden sözleri sadece aşıklar yazardı. Aşık da tek başına saz çalıp, söz yazan, türkü söyleyen insan değildi .Yani aşık aynı zamanda tiyatrocuydu, hikayeler anlatırlardı.Örneğin Leyla ile Mecnun’u anlatırken, kah Leyla oluyordu kah Mecnun. Doğaçlama söz yazıp, hikayeler anlatıyordu. Aşık en az yirmi roman bilir ve bunu oynayacak düzeyde olurdu… Şimdi büyük kente geldik tiyatrocusu, yazarı, müzisyeni, söz yazarı ayrı ayrı oldu. Dolayısıyla öyle bir üretim çıkmadı. Mahzuni tarzında, Veysel tarzında bir üretim olmayacak. Bu geri gidiş değil böyle algılamamak lazım. Yerine başka bir şey gelecek. Aynısı gelmez. Gelirse doğaya aykırı bir şey olur. Veysel’in yaşadığı ortam burada yok. Ben, Veysel ve Mahzuni gibi yaşamıyorum. Doğal olarak başka bir şeye dönüşüyor. Sözü yazan, müziği yapan kişi ayrıldıkça bunların şekillenmesinde de bir değişiklik olacak. Özünü korumak lazım, Veysel’in taşıdığı özle, benim taşıdığım özün aynı olması lazım. Şekil aynı olursa bir tuhaflık vardır. O öz nedir? Yontma taş devrinde de, ağlama, aşk, sevda, korku vardı. Şimdi de var. Değişmez. Öz budur. Onu anlatma tarzı değişti sadece. Bunu doğal karşılamak lazım. Ayrıca yazanların kıymetini bilemedik… Otuzar otuzar yandılar kıymetini bilemedik…
image

Etiketler :
POPÜLER FOTO GALERİLER
SON DAKİKA HABERLERİ
İLGİLİ HABERLER
SON DAKİKA